KAÇ YIL OLDU BE HÜSEYİN?


      Kaç yıl oldu be Hüseyin? Ohooo, onu geç. Daha var daha. Bir yirmibeş sene olmuştur görüşmediğimiz. Ama iyi oldu be seni gördüğüm. Bak şimdi aklıma geliyor. Köyde, sizin evin orada ki zeytin ağaçlarının orda, az mı anamdan yediğim sopaları anlatıp ağlamıştım sana. Dur dur sen başlama. Ben o günlerde ki gibi devam edeceğim. Yeri geldi mi de belki ağlarım. Ama sen de yine o günlerde ki gibi beni dinleyeceksin. Mızıkçılık yok ama. Eyvallah.
            Ben son zamanlar da, ki sen bu son zamanlarımı bilmiyorsun. Allah'tan ümidimi baya baya bir kesmiştim Hüseyin. Ki bilirsin o bizden ümidini zaten bizim kesmemizden uzun bir zaman önce kesti ama, ben yine bir umut ona inanıyordum. İnanmaz olaydım. On yıl önce annemi, sekiz yıl önce de eşimi kaybettim. Konuya bodoslamadan girdim farkındayım. Ha senin bunlardan haberin de yok, doğru. Evlendiğimi sana haber edemedim. Ama koptuk Hüseyin işte birbirimizden ne yapayım. Fatma teyzen öldü. On koca sene oldu. Hatırladığın gibidir öldüğünde de. Şu an aklına nasıl geliyorsa o. Sana da az emeği yoktur hani. Gerçi sende benim gibi bir bok olamadın ya. Olsun Hüseyin. Kanserden gitti anam. Sigarayı fazlalaştırmıştı gitgide. Her doktora gidişimizde, gözünü sevdiğimin doktoru da bizle dalga geçer gibi anama ‘’ciğerlerin de sapasağlam’’ deyip dururdu. Göğsü ağrırdı hep anamın. Kalın bağırsaktan gitti öte tarafa. Şaka gibi değil mi Hüseyin? Daha dur sen daha dur. Bizde şakadan bol ne var?
            Anam bizi bıraktığında ben evliydim. Adı Neriman'dı. Öyle incecik saçları falan yoktu. Ölen karımı sana öyle methede ede anlatamayacağım Hüseyin. Çünkü gerçekten methedilecek bir tarafı yoktu kahpenin. Neden mi kahpe diyorum? Bu kahpe kendine hiç bakmazdı ama bir albenisi vardı sorma. Bazı kadınlar böyle olur Hüseyin, ilk görüşte yüzüne bakmazsın ama sonra aklına geldiğinde vatoz gibi çarpar adamı, dudaklarında mâni olur. İnandırır seni kendine. Öyle güzel güler ki kahpeliğini anlamazsın Hüseyin. Adamı çarpmaktan beter eder. Tefe koyar. Gül güzelliğinde günler yaşatır sana da sen ne oluyor diye akıl sır erdiremezsin. Bende öyle kandım orospuya. Annem, ben evlenmeden önce ki bu annemin ölmediği bir zaman oluyor, ‘’Bak oğlum, benim bu karıyı hiç gözüm tutmadı, yapma etme, bunla evlenme, üzülürsün’’ dediydi de, dinlemedim. Zaten ölürken de bu yüzden gözü açık gitti kadın. Ölürken gözlerine batkım da anamın; sanki giderayak ‘’Sen en bastan bu karıyı hiç almayacaktın, ben öte tarafa gidiyorum, senin başın çok yanacak, bu karıdan çekeceğin var’’ dediğini o acık gözlerinden gördüm Hüseyin. Ama hakkını yemeyeyim, anneme hiç saygıda kusur etmedi orospu. Bir dediğini iki etmez, her daim hürmet gösterirdi. Allah’ı var sadece bu yönünü saygıyla anarım kahpenin. Neyse. Anam öldükten sonra bizim bunla evliliğimiz tıngır mıngır da olsa ilerliyordu Hüseyin. Ben o zaman Hacıosman’da çalışıyordum. Sen İstanbul'u bilmezsin, yeni gelmişsin, burası bence dünyanın en kalabalık memleketidir, adım bası adama çarparsın, o adamlar ise dönüp de arkasına bakmaz ''bana kim çarptı ulan!'' diye. Darılırsın, gücenirsin hıyarlara. Darılmaca gücenmece vardır ama sonraki gün, işe gitmek için durakta Hacıosman’a giden otobüsleri beklerken, ‘’Bu herifte benim gibi emekçi la’’ deyip o darıldığın adama karsı içine bir şefkat dolar Hüseyin. Çok sikim iştir bu ama dolar.
            Ahhhhh, ah Hüseyin. Nerde kalmıştım? Hah karımı diyordum. Ben o zaman Hacıosman’da fabrikada çalışıyorum. Fabrika deyip geçme. İçerisi büsbüyük. Biz işçi takımıyız garibanız ama, fabrikanın sahipleri taşaklı adamlar. Allah seni inandırsın, bizim namussuz patronun oğlu her hafta başka bir arabayla gelirdi işe. Adamlarda para bok Hüseyin. Denizde kum onlarda çakıl taşı gibi para. Dolar mı istersin Euro mu? Adamların cüzdanın da hepsi vardı Hüseyin. Aylardan hatırlamıyorum. Güz zamanıydı. Havada ağlak bir gri. Benim Neriman’ı da fabrikada işe sokturdum Hüseyin. Temizlik elemanı olarak çektirdim önlükleri. İstanbul bura. Hayat zor. Malum geçim derdi. Kıçı yayıp evde televizyon izlemesin dedim Hüseyin. İşin sonunun böyle olacağını bilemezdim. Çok fena ettim ama iş işten geçmişti bir kere. Neriman öncesinde nazlandı, ’’ben onun bunun balgamını silecek kadın mıyım?’’ dedi ama bastım köteği suratına. Paşa paşa benle Hacıosman’a gelmeye başladı her gün. Bende seviniyorum Hüseyin. Burada dikiş tuttururuz, emekliliğimizde yaban eller aramaz, burada oluruz, yaşlanınca aldığımız emekli ikramiyeleriyle de gül gibi yaşar gideriz diye. Gel zaman git zaman, işte biz bir yarım sene Hacıosman’a gittik geldik beraberce Hüseyin. Neriman’a bakıyorum. Alıştı orospu. İlk iki üç gün naz etti ama, sonra baktım benden önce kalkıyor işe gitmek için, bir haller oldu. Benden daha çok işe gitmek istiyor. Bir de işe gitmeden süslenip püsleniyor. Sevindim, iyiye yordum emeklilik planları yüzünden. Ben de amma saf adamım be Hüseyin. Sen beni bilirsin.
       Biliyorum. Hiç değişmemişsin diyeceksin. Biliyorum. Değişmedim. Hala o ilk tanıdığın saflıktayım be Hüseyin. Sende manav değilsin ama halden anlayan adamsın. Biz Neriman’la işe gidip gelmeye devam ediyoruz, bir yıl falan geçti işte böyle. Yaşamaya devam ettik. Ama bir gün Hüseyin, ah o yerin dibine batasıca bir gün… Hiç unutmadığım o amına kodumunun bir günü, biz işteyken benim kahpeyi patronla bastım Hüseyin. Beynimden vurulmuşa döndüm o an. Tevekkeli bu ondan bu kadar işe gitmeye can atıyormuş, o yüzden benden bile hevesli her sabah erkenden kalkıp işe gitmek için hazırlanıyormuş Hüseyin. Gördüğümde adamın kucağında oturuyordu, adam onu öpüyor, Neriman’da herif onu her öptüğünde gülüyordu Hüseyin. Ben onu öptüğümde hiç böyle gülmüyordu bana. Ben bunları yakaladığımda patronla görüşmeye çıkmıştım Hüseyin. Zam isteyecektim azca, benim de götüm kurtlanmış. Belki o gün zaman istemeye çıkmasaydım bu orospu boynuzlamaya devam edecekti beni. Neyse bak sen beni bilirsin, ben böyle tenha saçlı, beşikten serseri bir herifimdir ama serimde delikanlılıkta her zaman vardır Hüseyin. Senle az mı girdik kavgaya da ben senin götünü kurtardım? Ha şimdi hatırlamazsın tabi. Delikanlılığın verdiği çakı taşıma sevdasıyla, cebimden çıkardığım beylik çakıyla orada ikisini de hacavat ettim Hüseyin. Her tarafa yayıldı pis kanları şerefsizlerin. Sonra duydum, o şerefsiz zampara müsveddesi işe soktuktan bir iki hafta sonra musallat olmuş Neriman’a, buna ‘’seni yaşatacağım, paraya boğacağım’’ diyerek kandırmış. O kadar zaman ben bir bok anlamadım ya işte ona yanıyorum Hüseyin. Bazen içerim, sarhoş gezdiğimde olur ama gözlerim hep ayıktır benim. Onlarda bu gözlerime kurban gittiler Hüseyin. İyi ki de gittiler, geberttim ikisini de, beni sevmekten aciz orospuyu ben ne yapayım?
          Sonra tahmin ettiğin gibi küçük bir hapishane maceram oldu. İyi haldir, falandır, filandır, derken çok bir şeyde yatmadım Hüseyin. Anam öldü, Neriman öldü, benim içten yanmalı kalbim dayandı bunlara. Şimdi kendi kendime yaşayıp hayata tutunmaya çalışıyorum işte Hüseyin. Kurtuluşta oturuyorum şimdi. Hapisten çıkınca kimse bana güvenip iş vermedi . Anamın birikmişi vardı. Kenarda dursun belki lazım olur diye hiç dokunmamıştım. O parayı kullandım, benim de vardı kenarda üç beş biriktirdiğim, kendime bir atölye açtım Hüseyin. Marangozluk yapmaya devam ediyorum. Bir zorluk benim ev Kurtuluş'ta; Osmanbey'e, gidip gelmesi zor oluyor ama ne yapalım. Nasip be Hüseyin. Nasipten öteye geçilmiyor ki. Senin de başını ağrıttım be Hüseyin. O güzel kulaklarına daha duyulası şeyler anlamak isterdim ama ne yaparsın. Hayat işte. Küçüklüğümüzde, o zeytin ağaçlarının önünde, anamdan yediğim sopaları anlatırdım ya sana. Bunu da onun gibi bir şey san be Hüseyin. Öyle çok dert edinme kendine. Biz o ağaçların altında denizi görmesek de ıslık çalmaya devam ettik ya hep. İşte şu hayatta hep ıslık çalmaya sebep be Hüseyin. Hay Allah, Osmanbey’i geçiyoruz Hüseyin. Ben burada iniyorum. Dükkanım merkeze yakın, Bura İstanbul nasıl olacak deme, merkez tarafında ki esnafa Mevlüt'ün atölyesi nerede diye sor, hepsi sana gösterir. Ben iniyorum Hüseyin, haydi Allah'a emanet!


                                                                                       

                                                                                                          YAZAN: SÜLEYMAN BERÇ HACİL