Yazı
namına bir şey üretirken -bu şiir, senaryo, roman akla gelen her tür olabilir-,
en başta yazdığım işten kendimin zevk alıp almadığına bakarım. Yazdıktan sonra
“Ben bunu okur muyum?” veya “böyle bir şey çekilse izler miyim?” diye sorarım
kendime. Eğer cevabım olumluysa ve kendi yazdığım şeye merak dolu bir hayranlık
duyuyorsam o yazdığım ürün kim ne derse desin ”İyi”dir, “Olmuş”tur. Kimse için
içime sinmeyen bir şeyi yazmaya başlayamam. Bir fikir beni büyüler ve bunun
üzerine yazarım, çıkan sonuca bakar ve bahsettiğim donelere göre iyi oldu veya
kötü oldu diye bireysel bir karar veririm. Bu, şiir de akla düşen bir cümleyle,
senaryo da yazanının hoşuna giden bir çıkış noktasıyla olur. Eser, ortaya
konulduğunda okuyanlar ve izleyenler de kendilerine göre bir fikir beyan ederek
ortaya çıkardığım ürüne iyi veya kötü derler. Ama bu beni zerre ilgilendirmez.
Kimsenin beğenisini kazanmak için ürün ortaya çıkaramam. Çıkarmaya gayret
edemem. İsteyen istediğini söyleyebilir, beğenmediği taraflarını eleştirebilir.
Ben bu eleştirilerden bana uygun gelenlerini diğer işlerimde değerlendirmek
üzere kafamın bir kenarına yazarım, önemsemediklerimi ise saygıyla karşılarım.
Fakat dediğim gibi, son karar iş bitince benim verdiğim olan karardır.
Yaratıcısı olarak işe başlarken veya sonlandığında ben o işe iyi veya kötü diye
bir değer biçebilirim ve en önemlisi de, içime herhangi bir nedenle de olsa
sinmeyen bir fikrin üzerinde asla çalışmam; yazacağım şey her ne ise onu tüm
kalbimle kabullenmem, ona inanmam gerekir. Yoksa o işten bir cacık olmaz.